Geçmiş Zaman Olur ki...

Geçmiş Zaman Olur ki...

Geçmiş Zaman Olur ki...

Muş sahibi olmak bir varlık gösterisiydi; İstanbul’da yalıların önünde muşlar bağlı beklerdi.

Kadıköy rıhtımında üç muş. Karşıda Haydarpaşa garı.

Bu makalemi “Türk Armatörleri Tarihi” yedinci cildi olması dileğiyle çalışmakta olduğum eserimden özetleyerek hazırladım ve bu konu ilk defa yayınlanmış olacaktır; İmparatorluğun çöküş yüzyılında yabancılara verilmiş imtiyazlar (Kapitülasyon) yüzünden ülkede ticaret ve sanayi yabancıların tekelindeydi.

Türkiye’de gemi inşa ettirmek imkansızdı ve zaten böyle teknik ve teknolojiye sahip bir tersane de mevcut değildi. Türkiye’de gemi inşa tersanesi mevcut olsa da ihmal edilmesi yüzünden gemiler onarım için dahi İngiltere’ye veya Fransa’ya gönderilirdi. Türk armatörü ancak yaşlı ve ucuz olan gemileri satın alacak güce sahipti. En küçük tekneler dahi ithal ediliyordu. Bunlardan en ilginç olanı devrin makam aracı gibi sayılan “Muş” adı verilmiş buharlı makam tekneleri idi. Muş sahibi olmak bir varlık ve resmî ciddiyet gösterisiydi. İstanbul’da yalıların önünde muşlar bağlı beklerdi. Beyler muşlarıyla yalılarından Haliç’teki, Galata’daki işlerine gider gelirlerdi.
 

Haliç’te ve Tophane önlerinde bağlı olarak bekleyen yandan çarklı veya pervaneli römorkörlerin tamamı yabancı şirketlere aitti. Çanakkale Boğazı’nda, Gelibolu’da ve İstanbul limanı bölgesinde gemi kurtarma, gemi yedekleme ve kılavuzluk hizmetleri de Fransız, İtalyan, İngiliz ya da Alman firmalarına aitti. Osmanlı tebaası Rum müteşebbisler de çok güçlü römorkörcülük şirketleri kurdular. Tarih: 1880-1897 Kaynak: Osman Öndeş arşivi.

Emperyalist Avrupa devletlerinin kapitülasyonlarla artan baskısı karşısında hızlanan geri kalışı işaret etmek amacıyla, bu geri kalışı dikkatlere gelmeyen bir deniz aracı olan “Muş”la anlatmayı seçtim; Bir övgü aracı anlamında dilimize “Muş” olarak yerleşmiş bu buharlı makam ve gezi aracının aslı “Bateau-Mouche” dur. Bu terim; 19. Yüzyılda, Paris’in daha temiz su sağlaması amacıyla Lyon’un güney banliyölerinden Saone kıyısında inşa edilen eski nehir banklarından doğmuştur.

Bir zamanlar “Mouche-Sinekler” olarak adlandırılan bu akıllı kollar, Mouche bölgesine takma adlarını verdiler. Doğal olarak 1862’deki Mouche bölgesindeki küçük tersanelerde inşa edilen tekneler “Bateau-Mouche” olarak tanındı.  

 

Bölgede Messits, Chaize ve Plasson’un ortak olduğu “Compagnie des Mouches” şirketi nehir yolcu taşımacılığı yapmaktaydı. Hissedarlardan Plasson Paris şehrinin nehir servisi için 1867 “Paris Exposition Universale-Paris Uluslararası Fuarı” organizatörlerinden gelen fuara yolcu taşımacılığı konulu ihale çağrısına cevap vermek için çok iyi bir fikre sahipti. Amaç fuara nehir yoluyla ziyaretçileri çok daha kolay ve kısa zamanda ulaştırabilmekti. Böylece 30 kadar Mouche-Sinek teknesi demiryolu vasıtasıyla Saone üzerinden Paris’e taşındı. Kısa zamanda bu yeni ulaşım aracını çok beğenen Parisliler “Mouche”lara büyük ilgi gösterdiler. Mouche’ların kapasiteleri de ayni şekilde arttı.

 

Paul Bert 1887 tarihli “Lecture et Leçon de Choses” eserinde: “Paris’le kesişen banliyölere Saine Nehri’nden yolcu taşıyan Mouche’lar buhar tahrikli pervaneli teknelerdir. Hem salonlarında hem de güvertede 300 ila 400 yolcu taşıyabilmekteler. Süratli oluşları ve biletlerin düşük fiyatlı oluşları sayesinde, Paris nüfusu için büyük hizmet veriyorlar.” diye yazmıştır. Bununla birlikte, Bateaux-Mouches’un zirvede dolaşan itibarı Porte de Vincennes’i Porte Maillot’la bağlayan ilk metro hattının açılması nedeniyle kısa ömürlü olmuştur.

 

1867 Paris Uluslararası Fuarı’ndaki pek çok pavyon arasında teknolojik ilerlemelere ait sanayi ve gemi inşa tersanelerine ait pavyonlar büyük ilgi gördüler. Bunlardan biri gemi ve makine inşa ve imalat tersanesi olan “Société Anonyme  Forges et Chantiers de la Méditerranée” muazzam buhar makinesi önünde Türk bayraklı bir Mouche’u sergilenmeyi tercih etmiştir.

 

Buharlı gemi makineleri ve gemi inşaatlarıyla tanınan Société Anonyme Forges et Chantiers Mediterranée’nin Paris 1876 Uluslararası Fuarı’ndaki pavyonu. Gemiler için imal edilen buharlı makine önünde Türk bayraklı muş tipi bir gemi maketi yer almaktadır.



 

Anadolu Kavağı’nda emre hazır bekleyen bir Muş.

 

Karadan ulaşımın çok zor ve hayli saatler alıcı, hatta bir güne bedel olduğu bir devirde vezir vükelanın veya boğazdaki yalılardakilerin ulaşım araçları Küçüksu Mesiresi gibi yerler için itina ile inşa edilmiş dört çifte kayıklar iken, Galata’ya, Haliç’e, Eminönü veya Sirkeci’ye gidip Boğaziçi’ne avdette muşlar tek gözde vasıta idiler. Bunların kaptanlarının bir kısmının adalı Rumlardan oluştuğu hatırlanmalıdır.

 

Muş’un günlük yaşamdaki önemini göstermesi bakımından Prenses Mevhibe Celâleddin (1) hatıratında Cemile Sultan Sarayı’ndan ayrılıp Kandilli Sarayı’na taşınmalarını şöyle anlatır; “Büyük annemin gözleri kızarmıştı, ağlamış olduğu belliydi. Buna rağmen sesinde ve yüzünün ifadesinde her zamanki metanet ve soğukkanlılık vardı. Yanına yaklaştım, eliyle başımı okşadıktan sonra:

- Bir müddet için buradan gidiyoruz, dedi.

- Sen, amcanla ve kızlarıyla Kandilli’ ye gideceksin. Artık, babanla beraber oturman lâzım. Bir çocuğun yeri anasının babasının yanındadır. Belki bir gün buraya tekrar döneriz. O zaman seni gene ara sıra yanıma aldırtırım. Gel seni öpeyim de git artık. Muş bekliyor.

 

İki yanağımdan öptü. İçim burkulmuş, dudaklarım titriyordu. Gözlerim dolmuştu. Yanında boşanıp ağlamamak için hemen arkamı döndüm ve odadan çıktım.

 

Dadımla Saffet Ağa da bizimle beraber gelecekti. Büyük annem, Saffet Ağanın Kandillide yerleşmesini uygun görmüş, ikinci ağayı kendisine alıkoymuştu. Rıhtımda iki muş vardı; Bunlardan birisi, Cemile Sultanla kızları, Ayşe ve Fatma Hanım Sultan’ları bekliyordu. Diğerini ise, babam, amcamla çocuklarını, beni ve adamlarımızı almak üzere Kandilli‘den göndermişti.

 

Vedalaşma faslı bittikten sonra çoluk, çocuk muşa yerleştik. Yavaş yavaş rıhtımdan ayrılmaya başladık. İçimde hem hüzün hem de sevinç vardı. Arkamda, benim için tatlı günlerin hatırasını bırakıyordum.”  

 

Babasıyla gittiği Bursa’daki kaplıcalardan İstanbul’a avdetlerinde ise babası Mahmud Celâleddin köprüde kendisini bekleyen Muşla Haliç Vapurları İdaresine ait gider. Oradan sonra yine Muşla Kandilli’deki Cemile Sultan Sarayı’na gelecektir. Bu örnekler Muş’un devrin yaşamında ne denli önemli olduğu göstermektedir ve bu çok basit deniz vasıtaları bile ithal edilen bir ülkede, zaten çok zor koşullarda mücadele veren Türk armatörü 30-90 gibi çok yaşlı gemilere sahip olabilmektedir.

 

Yabancılar ve levantenler kendi bayraklarıyla Osmanlı Devleti limanlarında bayrak, gümrük, liman ayrıcalıklarından yararlanarak yolcu/yük taşımacılığı yaparken, yelkenli gemileriyle hemen sadece Osmanlı Devleti kıyıları ve limanları arasında seferler yapabilen Türk gemicilerinin buharlı gemiye geçişleri, zaten mevcut imtiyazlar nedeniyle hayalden ibaretti.

Devamlı tekrarlamak ve hatırlatmak zorundayım; Osmanlı İmparatorluğunu Emperyalist devletlerin baskısıyla sürdürülen Kapitülasyonlar mahvetmiştir!

------------------------------------------------

(1) Sara Ertuğrul (Korle)-Anlatan: Mevhibe Celâleddin; “Geçmiş Zaman Olur ki”,M. Sıralar Matbaası, 1953, Çağdaş Yayınevi 1987.