Libya ile Doğu Akdeniz’de Daha Fazlası Mümkün!

Libya ile Doğu Akdeniz’de Daha Fazlası Mümkün!

Libya ile yaptığımız deniz yetki alanı sınırlandırılma mutabakatı Doğu Akdeniz’de dengelerin Türkiye
adına pozitif anlamda değişmesine neden olmuştur. Sahada varlığımızı zaten sorgulamaya gerek yok.
Bu anlamda Türkiye ciddi yatırımlar yaparak hidrokarbon arama faaliyetlerini hızlandırmış ve
donanması ile de güçlü bir irade ortaya koyarak caydırıcı rol oynamıştır. Libya ile vardığımız
mutabakatın hemen akabinde Kerpe ve Girit adaları çevresinde donanma tatbikatı yapacak olmamız
da bu açıdan manidardır. Ancak masada varlığımız konusunda ciddi sorular oluşmaya başlamışken bu
gelişme bizleri rahatlatmıştır. Bu mutabakat ile Yunanistan, Mısır, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY)
ve Israil’in Türkiye aleyhine Libya ile bir yetki sınırlandırma anlaşması yapmasının da önüne
geçilmiştir. Fakat bu diplomatik başarının devamı gelmelidir. Çünkü çok daha fazlası mümkündür.
Gelişmeler iyi analiz edilerek ileri sürülecek proje ve tezler uygun hukuki zeminlere oturtulursa
proaktif politikaların oluşturulamaması için hiçbir neden yoktur. Mesela, Libya ile ilişkiler
derinleştirilip bölgenin en büyük kıyı şeridine sahip ülkeleri sıfatı ile Doğu Akdeniz’de deniz çevresini
koruma özelinde bölgesel politikalar üretilebilir. Bu politikalar tüm bölgeyi kapsayıcı olursa diğer kıyı
ülkeleri ve uluslararası organizasyonlar da (Dünya Denizcilik Örgütü (IMO) gibi) bizim öncülüğünü
yaptığımız politikalar için aynı masaya davet edilebilir.
Deniz Çevresini Korum Politikaları Neden Önemli
Deniz ve çevresi insanlar için yaşamsal öneme sahiptir. İnsanoğlu binlerce yıldır denizlerdeki bio-
çeşitliliğin ve ekosistemin sağladığı faydalardan son kullanıcı sıfatı ile yararlanmaktadır. Ancak küresel
ısınma, denizlere dökülen zararlı, tehlikeli ve zehirli maddeler, deniz kazaları gibi nedenlerle
denizlerdeki biyolojik yaşam ve ekosistem ciddi anlamda zarar görmüştür. Denizlerin ekonomik olarak
kullanımının her gecen gün arttığı günümüz şartlarında çevresel tehditler de her zamankinden
fazladır. Bu gelişmeler ışığında son yıllarda denizlerde sürdürülebilirlik politikalarının arttığına ve ciddi
miktarda finansal kaynağın da bio-çeşitlilik ve ekosistem araştırmalarına ayrıldığına şahit olmaktayız.
Bu araştırmalar neticesinde yeni politikalar ve hukuk kuralları geliştirilmekte ve bunlar küresel bazda
uygulamaya sokulmaktadır. Bunun en önemli örneği de plastik kullanımının yasaklanması veya
sınırlandırılmasıdır.


Ancak şu da bilinmelidir ki, açık denizler son dönemlerde gittikçe çevre siyasetinin bir parçası olarak
görülmektedir. Bu anlamda denizlere yönelik menfaatleri olan kıyı devletleri tarafından deniz
çevresinin korunmasına yönelik proje ve girişimler bir tür sahiplenme ve politik beklenti
doğrultusunda kullanılmaktadır. Buna da en güzel örnek olarak da Yunanistan’ın NATURA 2000
projesi gösterilebilir. Nitekim Yunanistan Resmi Gazetesinde 20 Şubat 2018 tarihinde yayımlanan
koruma alanları yönetim makamlarına ilişkin 4519 sayılı yasa ile NATURA 2000 projesi kapsamında
yunan anakarası, İyon Denizi ve Ege Denizi'nde çok sayıda koruma bölgesi oluşturulduğunu, koruma
bölgelerinin Egemenliği Antlaşmalarla Yunanistan'a Devredilmemiş Ada, Adacık ve Kayalıklar
(EGAYDAAK) statüsündeki çok sayıda adayı içerdiğini, kanunun mevcut hali ile EGAYDAAK
statüsündeki yerlerde AB'nin ve bilim insanlarının içinde olacağı uygulamalara yetki verdiğini,
Yunanistan’ın EGAYDAAK’ı sahiplenmeye yönelik devlet uygulamalarının ve konuya AB’yi dâhil etme
politikasının devamı niteliğinde olduğunu görmekteyiz.
Yunanistan’ın çevresel hassasiyetleri istismar ederek anılan bölgelerde başta askeri eğitim/tatbikat
faaliyetleri (son yıllarda Ege adalarında Amerikan askeri varlığının artması bununla alakalı olabilir)
olmak üzere turizm, balıkçılık, bilimsel araştırma vb. faaliyetlerimizi engelleme yönünde bir merhale
olduğu, AB yetkilileri ve bilim insanlarının katılacağı uygulamalar/denetlemeler sayesinde bölgede
başta AB olmak üzere diğer devletlerden EGAYDAAK’Iara yönelik destek alma çalışmalarında

2
bulunacağı ve Yunanistan’ın EGAYDAAK üzerindeki hak iddialarını destekleyecek etki yaratacağı
değerlendirilmektedir.
NATURA 2000 kapsamında ilan edilen koruma bölgelerinin gerçek amacının çevre ve doğal yaşamın
korunması değil, hukuka aykırı egemenlik iddialarının AB mevzuatına atıfla meşrulaştırılması çabası
olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Görüldüğü üzere Yunanistan, ACCOBAMS”, EBSA54 ve NATURA
2000 gibi çevre koruma projelerini istismar ederek kazanımlar elde etme gayretleri içerisindedir.
Ancak Libya ile yaptığımız bu son deniz yetki alanı sınırlandırma mutabakatı bu çabalara ciddi bir
darbe vurmuştur.
Buradan su anlaşılmaktadır ki çevre hassasiyetleri ülkelerin güvenlik stratejileri ile paralel olarak
ilerlemektedir. Bu faaliyetlerin dikkatli takibi gerekir aksi takdirde ileride telafisi mümkün olmayan
egemenlik kayıpları söz konusu olabilir. Benzer şekilde, tarafımızca üretilecek projeler hayata
sokulabilirse hem çevrenin korunması hem de devlet politikalarının masada aktif olarak yürütülmesi
şeklinde iki farklı amaca paralel olarak hizmet edilebilir.


Nasıl Bir Çevre Politikası Üretebiliriz?


Deniz alanlarının ekonomik anlamda kullanımından kaynaklanan en önemli çevresel tehlikelerden biri
petrol kirliliğidir. Amoca Cadiz, Exxon Valdez ve Depwater Horizon (BP) gibi ünlü deniz kazaları ve
akabinde oluşan geniş ölçekli petrol kirlilikleri bugün bile hafızalardadır. Dolayısıyla petrol kirliliği
üzerinden üretilebilecek bir politika kıyı ülkelerini bir araya getirebilecek potansiyele sahiptir.
Ancak burada bilinmesi gereken her ülkenin petrol kirliliği ile ilgili kendi iç hukuk düzenlemelerinin
zaten var olduğudur. Dolayısıyla ileri sürülecek olan projenin uluslararası bir niteliğe sahip olması
gerekir. Burada petrol kirliliğinin uluslararası niteliği, sızan petrolün akıntı ile zaten kısmen de olsa
küçük ve kapalı olan Doğu Akdeniz’deki diğer ülke kıyılarına ulaşıp maddi zarara yol açabilmesi
özelliğinden “transnational oil pollution” kaynaklanır.
Uluslararası Deniz Hukukundaki Boşluk.
BM’in Çevre Programı (UNEP) 1974 yılında kurduğu “Bölgesel Denizler Programı” kapsamında
Akdeniz in korunmasının öncelikli hedefleri arasına dahil edilmesi kararı, Akdeniz’e kıyıdaş olan
ülkelerin ve AB’nin katılımıyla, Akdeniz Eylem Planı’nın (MAP) 1975 yılında oluşturulması ile
sonuçlandırılmıştır. MAP çerçevesinde yürütülecek faaliyetlerin hukuki temelini oluşturmak üzere
hazırlanan “Akdeniz’in Kirliliğe Karşı Korunması Sözleşmesi (Barselona Sözleşmesi) 1976 yılında
Barselona da kabul edilmiş olup, 1978 yılında yürürlüğe girmiştir.
Bu anlaşma çerçevesinde Türkiye’nin de dahil olduğu Akdeniz’e kıyısı olan 25 ülke Akdeniz’i korumak
adına birçok protokole imza atmıştır. Bunlardan bazıları, gemilerden atılan atıkların kontrolü, tehlikeli
atıklar ile mücadele, kara kökenli faaliyetlerden kaynaklı kirlenme ile mücadele ve olağanüstü
hallerde ortak müdahale olarak sayılabilir.
Ancak Akdeniz ülkeleri arasında platform bazlı petrol kirliliğinin neden olduğu maddi zararların nasıl
ve kimler tarafından karşılanabileceğine dair bir protokol imzalanamamıştır. Hatırlatmak gerekir ki
gemilerden (tanker) kaynaklanan petrol kazalarında oluşabilecek maddi ve çevresel zararların
belirlenmesi ve tazmini CLC ve Fund Konvansiyonları ile belirlenmişken, platform bazlı, gemi tanımı
dışında kalan, petrol çıkarma ve depolama amaçlı yapılardan kaynaklanan çok uluslu “transnational”
niteliktelige sahip petrol kirliliğinde zararın kimler tarafından ve nasıl ödeneceğine dair uluslararası
bir anlaşma yoktur.

3
Barselona konvansiyonu tarafları 1974 Offshore Protokolü ile her ne kadar spesifik olarak petrol
kirliliğinden kaynaklanan maddi zarar konusuna bir çözüm bulmaya çalışsalar da başarılı
olamamışlardır. Bu görüşmeler duruma acil bir çözüm bulunması için çalışmaların devam etmesi
gerektiği bildirimi ve temennisinden öteye gidememiştir.
Konuya örnek vermek gerekirse 2009 da Avustralya açıklarında Timor Denizindeki Montara Petrol
Kirliliğinde 74 gün boyunca denize sızan petrol durdurulamamış, neticesinde çok uluslu bir petrol
kirliliği meydana gelmiştir. Endonezyalı deniz yosunu üreticileri ciddi anlamda zarar görmüş ve
zararlarını tazmin edilememişlerdir. Öyle ki Endonezya devleti IMO ya başvurarak platform bazlı çok
uluslu petrol kirliliğinden doğan zararın tazmini için yardım istemiş ve bu konuyu ele alan CLC/Fund
tarzı bir konvansiyonun platformlar için de düzenlenmesini talep etmiştir. Benzer bir durum
Deepwater Horizon (BP) petrol kirliliğinde de olmuştur. Meksika körfezine sızan petrol ister istemez
Amerika dan Meksika kıyılarına varmış ve kıyıdaki işletmelere ve balıkçılara zarar vermiştir. Ancak
Amerika ve Meksika arasındaki ikili anlaşma gereği karşılıklı tazmin talepleri ret edilmiştir.
Endonezya’nın IMO ya yaptığı talebe binaen ise, her ne kadar IMO bu konuda çözüm organı olarak
görülse de, platformların ülkelerin kendi kıta sahanlıkları içerisinde olması (dolayısıyla iç hukukunu
ilgilendirmesi), IMO’nun sadece deniz taşımacılığının hukuki altyapısı ile ilgileniyor olması (ki buna
şahsen katılmıyorum) tezleri başta olmak üzere birtakım nedenler ileri sürerek IMO ben bu alanda
düzenleme yapmaya yetkili değilim demektedir. Ancak buna ek olarak da IMO yapılacak ikili veya
bölgesel düzenlemeleri ve bu amaçla atılacak adımları destekleyeceği sözünü de vermektedir.
Sonuç olarak; Libya ile yapılan anlaşma tarihi niteliktedir ve/fakat daha fazlasını proaktif politikalar
üreterek yapmanın mümkün olduğu kanaatindeyim. Bu anlamda özellikle çevre politikalarına stratejik
anlamlar yüklenmesinden ötürü Libya ile derinleştirilecek ilişkilerin ve oluşturulacak projelerin deniz
çevresinin korunması bazında, özellikle hukuki boşluğu olan platform bazlı çok uluslu petrol kirliliği
konusunda, yapılabileceği kanaatindeyim. Burada Türkiye ve Libya’nın liderliğinde üretilen bu
politikaya IMO dan destek alınarak kıyı ülkelerinin katılımı sağlanabilir ve bölgenin en güçlü devleti
olarak Akdeniz’in hamisi olduğumuzu çevre politikalarına verdiğimiz önemle gösterebiliriz.
Not: Yunanistan’ın Natura 2000 projesi ile ilgili bilgiler Dr. Tümamiral Cihat Yaycı’nın "Sorular ve
Cevaplar ile Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) Kavramı" adlı kitabından alınmıştır.