Prof. Dr. İdris Bostan: "Türkler denizlerle büyüdüler..."

Prof. Dr. İdris Bostan: "Türkler denizlerle büyüdüler..."

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Görevlisi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İdris Bostan, Koster Dergisi'ne verdiği röportajda, tarihten günümüze Türk ve dünya denizciliği anlattı.

adscode

Türk ve dünya denizcilik tarihi denince ilk akla gelen isimlerdensiniz. 1978’den bu yana denizcilik tarihi ile ilgili yoğun bir araştırma sürecine girdiğinizi ve literatüre birçok eser kazandırdığınızı biliyoruz. Bu yönlenişinizin sebeplerini bizlere anlatır mısınız?

Benim denizcilik tarihine, denizlerle ilgili Osmanlıların en önemli müessesesi olan tersaneye ilgim tarih bölümünden mezun olduktan sonra doktora tezi seçerken karşıma çıktı. Çeşitli konular araştırırken o dönem gördüğüm birtakım derslerin de etkisiyle Osmanlı İmparatorluğu’nun uzak coğrafyalarına ilgi duyuyordum. Akdeniz’de Kuzey Afrika eyaletlerine, Hint denizlerinde Yemen eyaletine ilgi duyuyordum. Mezuniyetim sırasında yaptığım tez Yemen eyalet bütçeleri ile alakalı idi. Bu bölgeler üzerinden de denizcilik ilgimi çekmişti. O sebeple tersanenin işleyişini ve bir imparatorluk donanmasının merkez üssü olması sebebiyle Tersâne-i Âmire’nin faaliyetlerini araştırmanın ilginç olacağını düşündüm. Çünkü Osmanlı Tarihi araştırmaları içerisinde denizcilikle alakalı ciddiye alınabilir çalışmalar o zaman yoktu. Sadece hocam Salih Özbaran, Osmanlı-Portekiz ilişkilerini Hint Denizleri üzerinden Londra’da doktora tezi olarak hazırlamıştı, ama merkezi bir konumda olan Akdeniz-Karadeniz bölgesindeki Osmanlı denizciliğinin serüveniyle alakalı araştırma maalesef yoktu. Yaygın kanaat ise, hepimizin bildiği zaten “Türkler denizci değildir” kabulü üzerine kuruluydu. Bu tarihçilikte de maalesef bir handikaptır. Osmanlı tarihi araştırmaları yakın zamana kadar sadece Anadolu ve Balkan coğrafyası tarihiyle uğraşıyordu. Ben bu konuda biraz bakış açımızı değiştirmemiz, ufkumuzu aşmamız gerektiğini düşündüm ve tersane üzerinde çalışmak istedim. 1978’de mezuniyetim sonrasında bu konuyu araştırmaya başladım ve 1985’de “17 Yüzyılda Tersâne-i Âmire” konulu doktora tezimi tamamladım. Daha sonra da denizcilik araştırmalarına devam ettim tabii.  Çünkü tersane nihayetinde bu yapının yani Osmanlı deniz organizasyonunun merkez üssüydü ama donanmanın ve denizciliğin başka alanları olmalıydı. Osmanlıların hükmettiği kendi karaları arasında kalmış önemli denizler vardı. Karadeniz, bir iç deniz haline dönüşmüştü. Marmara, bugün Ege dediğimiz o zaman Akdeniz olarak adlandırılan ve Cebelitarık’a kadar uzanan büyük, oldukça hareketli, üç kıta arasında en faal bir denizcilik merkezi olarak Akdeniz vardı. Bu denizlerde nasıl bir hayat yaşanıyordu? Ne tür siyasi ve askeri olaylar cereyan ediyordu? Nasıl bir deniz ticareti söz konusuydu ve bu denizcilik hangi tür gemilerle yapılıyordu? Yani Osmanlı gemi teknolojisi nasıldı? Bunlar önemli göründü.

Sizin de belirttiğiniz gibi Türklerin denizlerle karşılaşması Anadolu’nun fethinin ilk yıllarına kadar uzanıyor. Geçmişte Türkler denizlerde hızlı ve başarılı bir şekilde var olmalarına rağmen günümüzde aynı başarıdan söz etmek pek de mümkün değil. Tarihsel süreçte bu gerilemenin nedenleri sizce neler?

Şartlar aynı değil aslında. Bugün elde kalan sahiller ana karaya 3-5 mil ile sınırlı. O yüzden geçmişteki gibi bir egemenlik şimdi söz konusu değil. Ayrıca modern şartlar o zamanki denizler üzerinde topyekün egemenliğe müsaade etmeyecek kadar da kurallara bağlanmış durumda. Bu sebeple günümüzde Karadeniz’in kıyıdaş devletlerle bölüşülmesi, Ege’de Anadolu kıyılarındaki meskûn büyük adaların hemen tamamının Yunanlılara geçmiş olması yüzünden adeta karasuları kurallarını bile değiştirecek kadar o mesafelerin kısalması sebebiyle, bir de deniz ticaretinin o zamanki gibi etkin bir konumda bulunmaması dikkate alındığında biraz kabil-i kıyas olmadığını düşündürüyor. Çünkü Osmanlı padişahları kendileri zaten “Denizlerin Hakanı”, “Kara ve Denizlerin Sultanı” gibi unvanlar kullanarak denizciliği nasıl benimsediklerini belirtiyorlardı. Bu onların değer verdiği kavramlar içinde en önemli yeri tutuyordu. Kanuni Sultan Süleyman 1538’de Bender Kalesi’ni fethettiği zaman o kaleye kendi ağzından bir kitabe yazdırıyor. Diyor ki ”Gemiler yürüten Bahr-i Frenk, Mağrib ve Hinde”. Kanuni’nin Frenk ve Mağrib Denizi dediği yer Akdeniz’in tamamını içine alıyor. Hind dediği de Hint Okyanusu’nu kapsıyor. Zaten Karadeniz çoktan kapatılmış bir Osmanlı iç denizi. Dolayısıyla Akdeniz’in tamamına hükmetmeye başladığını söylüyor Padişah. Kabul etmek lazım ki Akdeniz hiçbir zaman bütünüyle Osmanlı hakimiyetinde olmadı. “Akdeniz bir Türk gölüdür” sözü gereksiz bir hamasetten ibarettir. Ama Osmanlıların Akdeniz’i kontrol ettiğinde ve denizlere bir düzen getirdiğinde hiç şüphe yok. Bugünkü şartlarla Osmanlı dönemini karşılaştırmaya kalktığınızda: Vaktiyle denizlere düzen veren, deniz hukukunu yerleştiren bir imparatorluk konumundan sahillerinde ancak kabotaj üzerinden ticaret yapabilen ve sahilde güvenliği sağlamaya maruz kalmış bir denizcilik anlayışıyla karşılaşırsınız. Kabul etmek gerekir Osmanlılar devrinde Türkler denizlerle büyüdüler ama maalesef sonunda denizlerde küçüldüler ve başladığı yere geri döndüler. Bu duruma düşmemek için Osmanlı yönetiminin en önem verdiği şeyin yapılacak işlerde ihmal ve tembelliğe yer olmadığını daima vurgulamasıydı. Ama nihayetinde gerekli şartları kavrayıp yakalayamamanın ve küçük sanılan büyük ihmallerin sonuçları olumsuz oldu.

Dünya üzerinde bildiğimiz kadarıyla keşfedilemeyen yer kalmadı. Bugün ve gelecekte sizce insanların rotasını hangi amaçlar belirleyecek? Denizcilik tarihi yıllar sonra neleri yazacak?

Benim kanaatime göre coğrafi keşifler yani 15. yüzyılın son çeyreği aslında dünya tarihinde çok önemli değişimlerin başlangıcı sayılmalı; yani bilinen yakın tarihin, 500 yıllık tarihin en önemli kazanımı coğrafi keşiflerdir. Coğrafi keşiflerin gerçekleşmesinde en önemli etken de deniz ve gemi teknolojisidir, yani okyanuslara dayanabilir gemiler yaparak okyanusları aşabilmektir.  Bu süreç, geleneksel gemi tiplerinin içinde bulunulan coğrafyanın şartlarına göre yeniden kurgulanıp yüksek bordalı, gemiler inşa etmek suretiyle başlamıştır. Sonraki dönemlerde Akdeniz gibi büyük olmasına rağmen iç deniz sayılabilir denizlerde geleneksel gemi teknolojileri varlığını sürdürse bile okyanusa dayanıklı gemiler giderek bu denizlerde gemi teknolojilerini etkilemek suretiyle yeni dönemleri ortaya çıkarmıştır.

Dünya tarihinin daha sonraki yüz yıllarda yaşadığı ikinci ve büyük değişim noktası sanayi devrimidir. İngiltere üzerinden başlayıp Avrupa devletlerine sirayet eden daha sonra Amerika üzerinden geliştirilen sanayi devrimi. Gelişmelerin odağında olmuş ve en az coğrafi keşifler kadar değişim yaşatmış. Teknolojik gelişmeler günümüze kadar uzanan hayata etkilemiş ve yönetmiş bir süreçtir. Sonra vapurlar çıkmış, buharlı gemiler oluşturulmuş ve onun teknolojisine uygun yeni gemi teknolojileri gelişmiş. Bu da 19. yüzyılın tamamını etkileyerek, değiştirerek, dönüştürerek 20. yüzyıla gelmiş. 20. yüzyılın sonlarına doğru benim kanaatim insanlık tarihi yeni bir döneme geçmeye başladı; bu da iletişim teknolojisidir. İletişim teknolojisinin geldiği ve gelmeyi amaçladığı şimdiden alametleri beliren birtakım amaçlar, niyetler, düşünceler, projeler, planlar gösteriyor ki iletişim teknolojisinin yan dalları üzerinden teknolojiyi yeniden kurgulayarak her alana hitap eden gelişmeler süreci gerçekleşecek. Çeşitli vasıtalarda yeryüzünden uzaya kadar her alanda adım adım görülen bir değişimdir bu. Tabii ki bu deniz teknolojisine de yansıyacak. Bugün bundan 100 sene öncesine göre çok farklı bir seyir teknolojisi varsa denizlerde, gemilerde hatta bir merkezden bütün denizleri takip etme imkânı bile ortaya çıkmışsa gelecekte çok daha ilerlemiş olacak demektir teknoloji. Bugün bulunduğunuz bir yerde ekrandan Bab’ül Mendep Boğazı’ndan hangi geminin geçtiğini tespit ediyorsanız veya orada ne olay oluyor anında görebiliyorsanız, geçmişte hayal edilemeyecek önemli mesafeler alınmış demektir.

Somali açıklarında ticaret gemilerinin maruz kaldığı korsanlık hareketleri son 20 yıldır ciddi anlamda dünyanın deniz ticaretini etkilemeye başlamıştı. Ben o dönemde korsanlık tarihi çalışıyordum ve de Akdeniz’de korsanlık üzerinde uğraşıyordum, Adriyatik’te Korsanlık diye de bir kitap yazdım. İnanın hiçbir şekilde günümüzde deniz korsanlığının olabileceğine dair bende bir projeksiyon yoktu. Fakat dünyadan korsanlık haberleri gelmeye başlayınca hakikaten hayret ettim. Demek ki tarih bile başka şartlarda yeniden karşımıza eski özellikleriyle çıkabiliyor gibi düşündüm. Tabii korsanlığın artık şartları teknolojileri farklı ama tarzları, taktikleri o zamana benziyor gibi gördüm. Dolayısıyla tarih esasen bazen kırılmalar bazen süreklilikler temsil eden bir süreçtir. Gelecekte de muhtemelen bu değişmeler eğer şartlar değişmeden devam edecekse değişim beklenmesi kadar tabii bir şey olamaz. Çünkü Osmanlı deniz teknolojisine bakmak istersek eğer ki bu çok önemli bir mevzu. Yeni teknolojileri yakından takip etmek benimsemek ve geliştirmek lazım.

Denizciliğin araştırma konuları hakkında neler söylersiniz?

Belki önce şunu söylemekte fayda var; ben deniz tarihi çalışmalarını sürdürürken biraz da insiyaki olarak bir şeyi fark ettim. Osmanlı deniz tarihi araştırmalarında üç ana grup konu karşımıza çıkıyor. Bir tanesi imparatorluğun denizlerdeki egemenliğini güçlendirmek, genişletmek ve ileri noktaya taşıyabilmek için takip ettiği deniz politikaları. Çünkü 16. yüzyılın daha ilk çeyreğinde çoktan Osmanlılar Kızıldeniz’e girmişlerdi. Henüz Memlükler Mısır’ı yönetirken 1517’de Yavuz Sultan Selim Mısır’ı fethetti ama on sene öncesinden Osmanlıların denizcilikle ilgili yardımları Kızıldeniz’e gitmeye başlamıştı Memlüklerin isteği üzerine. Çünkü Memlük denizciliği yeterli değildi ve orada çok büyük bir tehdit karşılarına çıktı. Portekizliler Afrika’yı dolaşıp Hint denizlerine gelince o kadim ticaret yollarını ellerine geçirdiler. Doğu’daki, Uzak Doğu’daki, Hint topraklarındaki bütün deniz ticareti karadan denize akan ve oradan Avrupa’ya giden ünlü baharat ticaretinin önünü kestiler ama gelen Portekizliler keşif yolculukları sırasında Papalıktan izin alarak yola çıktıkları için önlerinde iki amaçları vardı. Birisi ticaret yollarını ele geçirmek, diğeri ise Müslümanların kutsal mekanlarını tahrip etmek. Çünkü Hristiyanlığın Akdeniz’de en büyük düşmanı olarak Müslüman Osmanlı varlığı onları devamlı geri itiyordu ve kendisi devamlı ilerliyordu. Fatih İstanbul’u fethederek Ortodoks Hristiyanlığını tamamen eline geçirmişti, sadece Katolik dünyası bağımsızdı. Fatih’in ilk projelerinden biri 1480’de İtalya üzerine gönderdiği donanma ve ordulardı. Belli ki amacı Vatikan’a gitmek yani o zamanki Rim Papa dedikleri Papalık makamını, yani Katolik Hristiyanlığının merkezini ele geçirmekti. Ordular gitti donanmayla ve Otranto’ya çıktılar. Napoli Krallığı’nı ele geçirerek yukarıya doğru ilerlemeye başladılar ta ki bir sene sonra Fatih vefat edip saltanat değişikliği olup her şey karışıncaya kadar. Geri çekilmek zorunda kaldı Osmanlı orduları, ama amaçlarının ne olduğu anlaşılıyor. Buna tepki olmak üzere Papalığın Hint denizlerine gidecek devletlere böyle bir vazife vermiş olması normal. İşte o sırada Osmanlılardan yardım istedikleri için ünlü Selman Reis ki bunu not etmek lazım çok ünlü bir denizcidir ama onu bizim tarihlerimiz çok az önemseyip dikkate alıyor çünkü hakkında çok fazla bildikleri bir şey yok. Muhtemelen Portekiz kaynakları bizden daha fazla onu tanıyorlar, çünkü onlarla büyük savaşlar yapmış. 1517’de Yavuz daha Kahire’ye girerken o da Cidde’yi Portekiz donanmasına karşı savunuyor. Süveyş’te yeniden inşa ettiği tersanede 20 tane savaş gemisi yapmış. Portekiz’e karşı bölgeyi korumak için. O sırada Mısır’da Memlük Sultanlığı var henüz. Böyle bir Osmanlı vizyonu söz konusu 16. Yüzyılın başlarında. Daha ele geçirmediği denizlerde bile hükümran. Hele sonra Yavuz Mısır’ı alınca bütün bölgeyi yeniden teşkilatlandırıyor. Kanuni geliyor Yemen’de eyalet kuruyor. Kızıldeniz’in Afrika sahillerine Habeş eyaleti kuruyor. Sonra Basra tarafına seferler yapıyor ve orada da eyalet kuruyor. Basra’nın aşağısında emirliklere doğru Lahsa eyaletlerini kuruyor. Bu eyaletler üzerinden de denizleri kontrol ediyor. Bunun için çok büyük mücadeleler veriyorlar. Yani bu kadar büyük denizlerde hükümran olmuş bir yapı artık dünyanın en önemli coğrafyasını kontrol etme mecburiyetinde olduğunu görüyor ve Avrupa devletleri Osmanlılar karşısında asla tutunamıyorlar. Hatta ünlü Akdeniz tarihçisi Braudel “1538 Preveze ile Osmanlılar Akdeniz’de kayıtsız şartsız bir egemenlik kurdular.” diyor. Bir daha artık kısa mesafede hiçbir Avrupa devleti Osmanlı’nın karşısına çıkamadı. Sadece İnebahtı’da hep beraber gelerek donanmayı imha edebildiler. Halbuki ertesi sene Osmanlılar ondan daha güçlü yeni bir donanma yapıp Akdeniz’e açıldılar. Bütün bunlara dikkat ettiğimizde Osmanlıların güçlü bir donanmaya sahip olmaları gerektiği aşikâr aksi takdirde bu kadar denizlere nasıl hükmedecek? Bir misal bunu çok iyi anlamaya yeterli. 1538 senesinde Kanuni Sultan Süleyman karada ordularını toplayıp bugünkü Moldavya’da olan Karadeniz kıyısındaki Bender şehrini almaya gidiyor. Çok müstahkem bir kale…1538 Senesi aynı zamanda Barbaros Hayrettin Paşa’nın güçlü donanmasıyla Akdeniz’e çıkıp Preveze’deki savaşı kazandığı senedir. Yine bu sene Kızıldeniz’de Hadım Süleyman Paşa komutasında 80 gemiden oluşan bir donanmanın Kızıldeniz’den çıkarak Hindistan’a kadar gidip Portekiz’i oradan çıkartabilmek için savaşlar yaptığı senedir. Osmanlı Devleti üç mühim seferi aynı senede mobilize edebilmiş. Onun lojistiğini hazırlayabilmiş üç ayrı cepheye. İkisi denizde bunların donanmalar sevk etmiş ve başarılar elde etmiş. Bu bir imparatorluğun denizlerde güçlü olmazsa karada gücünün çok da geçerli olmayacağı düşüncesini onlara iyice yerleştirmiş demektir. O sebeple böyle bir mukayese yaptığımızda çağdaşı bütün gemi teknolojilerine Osmanlıların sahip olması gerektiği anlaşılıyor. 

Dünya ölçeğinde bir deniz tarihinden bahsediyoruz. Braudel, kendi kitabını otuz senede yazmış. Otuz sene içerisinde çok mükemmel, alanında çok güçlü bir eser meydana getirmiş. ‘Akdeniz ve Akdeniz Dünyası Tarihi’. Ama kendi tespitiyle bize bir uyarıda bulunuyor. Diyor ki “bu kitabın en önemli eksiği Akdeniz’in doğusuna doğru gidildikçe karşımıza çıkan bilinmezlikler” diyor. Bu sebeple Osmanlı arşivlerinde denizcilikle ilgili ne olduğu bilinmedikçe Akdeniz’in tarihi her zaman eksik kalacaktır. Çünkü bu insaflı, hakkaniyetli bir tarihçi. Bizde bile bazen bazı yeni yetme tarihçiler çıkıyor. Bu büyük Fransız tarihçinin hakkaniyetli bakışının tam zıttı şeyler söylüyor. Buna da kargalar bile güler hakikaten. Çünkü batıdan baktığın zaman otuz senenin ürünü bir çalışmayla bu sonuçları bulmuş dünya çapında ünlü bir tarihçinin vardığı sonuçlarla, hayata daha yeni gözlerini açmış, arşiv nedir bilmez birilerinin ezber söylemleri hiçbir zaman karşılaşmaz bile. Dolayısıyla bu da tarihçilerimizin problemli tarafları. Buna da yeni nesil tarihçilerimizin dikkat etmesi gerekir. Bizim arşivlerimiz muazzam bir deniz tarihi malzemesi barındırıyor ama biz onlardan adeta denizden bir damla almış gibi çalışmalarımızda ancak bu kadarını kullanmış gibi oluyoruz. O yüzden nasıl bir bilgi hazinesine sahip olduğumuzu göz önünde tutarak deniz tarihinin bütün alanlarına hitap eden araştırmalar ve çalışmalar yaptırmamız gerekir.

Gemi teknolojilerinde Osmanlıların yaşadığı üç süreç var. Biri bunlar ahşap gemilerin egemen olduğu dönemler. Ama kürekle giden gemiler, ilk gemiler. Akdeniz’in geleneksel gemileri kadırgalar. Bunlar kürekle hareket ediyor ve kürekçiler kürekleri çekmek suretiyle gemileri denizlerde seyrettiriyor. İkinci dönem 17. yüzyılın ortalarında Girit Seferi sırasında başlıyor. Bu da yelkenli gemiler devri, yani kalyon devri. O teknolojiyi birtakım sancılarla birlikte elde ediyor Osmanlılar ve ondan sonra kalyon dönemine geçiyorlar. Mesela o sıralarda Osmanlı eyaletleri olan Kuzey Afrika’daki Cezayir, Tunus, Trablusgarp onlar da zaten çoktan yelkenli donanmalar inşa ederek Akdeniz’de Avrupalı devletlere karşı bir savaş yürütüyorlar. Yani arada antlaşma olmayan devletlerle savaş yürütüyorlar. Dolayısıyla kalyon dönemi de 17. yüzyıl ortalarından için 19. yüzyıl ortalarına kadar aşağı yukarı sürdü. Sonra Avrupa’da başlayan buharlı teknolojiyi Osmanlılar kendileri yapamadılar. Gemilerine vapur dedikleri buharlı makinaları yerleştirmek istediler ama onları burada kendi tersanelerinde yapamadıkları için İngiltere’ye götürmek zorunda kaldılar. Veya sonra satın almaya başladılar. Gemilerin saydığınız zaman en az 30-40 civarında çeşitleri var. Her birinin özellikleri var. Biz bunları sadece tarifle yetinmek zorunda kalıyoruz. Biraz da arşivde onların inşasına dair bulduğumuz belgeleri incelemek suretiyle kısmi bilgilere ulaşabiliyoruz. Demek ki her geminin tek başına tarihi yazılabilir. Osmanlı imparatorluğu sadece 17. yüzyılda Tersâne-i Âmire dediğimiz bugünkü Haliç sahillerinin tamamını kapsayan tersanede bin civarında gemiyi inşa ve tamir ettiler.  Bir ara Türkiye bunu yakaladı aslında, 2000’li yılların başlarından 2008’lere kadar, sonra bir tersane krizi yaşandı. Doğudan ve batıdan tersanelerdeki gemi inşası için gelen taleplerin birden kesilmesi ve bu sürecin baltalanması söz konusu oldu. Çok önemli bir husus bunun yeniden canlanması lazım.

19. yüzyılın ortaları Osmanlılar için deniz teknolojisinde geri dönüşü ifade ediyor. Evet yeni teknolojide gemiler aldılar, kullandılar fakat onları kendileri yapamadılar. Bu dönemde artık o klasik dönemin kazanımlarını da terk ettikleri bir döneme giriyorlar ve dünyadaki yeni teknolojiyi yakalayamıyorlar. 1850’lerden sonra ellerindeki büyük kalyonları 1870-80’lere, kadar kullanmaya devam ettiler. Buharlı gemiler satın aldılar, bunları da kullandılar. Ancak bu dönem gemi teknolojileri yerli olmayan, orijinal olmayan bir dönemi temsil ediyor. Asıl klasik dönem için yani 19. yüzyıl ortalarına kadar süren dönem için bu teknolojiyi devletin arşivlerinde mutlaka iyi bir şekilde araştırıp ortaya koymak lazım. Benim “Kürekli ve Yelkenli Osmanlı Gemileri” kitabımda bu gemilerin türlerini, özelliklerini, nasıl bir şekle sahip olduklarını ortaya koyabilmek için bir araştırma gerçekleştirdim. Seneler önce yayınlandı ve oldukça da ses getirdi. Ama bununla alakalı yapılacak çalışmaların sona erdiği anlamına gelmez. Daha biz o gemilerin nasıl inşa edildiklerinin teknolojilerini yeterince biliyor değiliz. Bir tez yaptırdım bunun için. Bir Osmanlı kalyonu nasıl inşa ediliyordu acaba diyerek.  Meraklı bir öğrencim bir tez yaptı, Şehbaz-ı Bahri Kalyonu’nu araştırarak. O kalyonun arşivde bulduğumuz bilgileri bizde vardı. Avrupa’daki gemi inşa teknolojileri hakkındaki bilgilerden de hareketle bu bilgileri birleştirerek tezini tamamladı. Biz şimdi böyle bir gemi nasıl yapılıyordu bilgisine sahibiz. Demek ki tarihinde geleneksel gemilerin nasıl olduğuna dair bugün ihtiyaç duyulur da bir örneğini inşa edelim deme ilgisini gösteren olursa Türkiye’nin denizci idealleri olduğunu iddia edenler, o zaman bunu inşa edebilecek kapasitede tersaneler de var. Dolayısıyla bunları dikkate almak gerekir.

Araştırma konularından üçüncüsünü deniz ticareti teşkil ediyor… Türklerin, deniz ticaretiyle bir ilgileri yok, ticareti hep gayri müslimler yaptı diye nesilden nesile söylenen bu lüzumsuz gayretkeşliklerin kaynağına baktığımızda muhtemelen kasıtlı eğilimler olduğu görülüyor. Çünkü tarihi gerçekler hiç öyle değil. Bu denizlerde yapılan ticareti kendi imkanlarımla yapabildiğim kadar Karadeniz için, Akdeniz için, Kızıldeniz için yapmaya çalıştım az da olsa böyle verilerde neler söyleniyor diye. Bir de bazı Avrupalı meslektaşlarımız, tarihçiler ilgi duyup konuyu çalıştılar. Bulgular gösteriyor ki Osmanlılar sadece kendileri deniz ticareti yapmakla kalmamışlar denizlere bir deniz hukuku getirmişler. Bu da aslında araştırma konularının en önemli bölümlerinden biri olmalı. Deniz hukuku deniz ticaretinin varlığı, gümrük defterleri başta olmak üzere ticaretle ilgili alınan kararların kaydedildiği defterler çünkü yabancı devletlerle ve tüccarlarıyla ilgili bizim arşivlerimizde tutulmuş defterler var. Bu defterlerden hiçbirini biz şimdiye kadar inceleyip yayınlamadık. Deniz tarihi ile ilgili bütün malzeme arşivlerde bir; onu araştıranları bekliyor, iki; onları yayınlayacakları zamanı bekliyor. Bunlar şahsi gayretlerle yapılıp tamamlanabilecek kadar basit çalışmalar değil. Deniz Ticareti Araştırmaları, bütün Osmanlı denizlerindeki ticaretin yüzlerce yıl içerisindeki serüvenlerini inceleyecek. Bunun uluslararası ticari boyutları var. İç ticaret boyutları var. Her biri son derece zengin malzemelerle dolu. İskenderiye’den Marsilya’ya giden deniz ticareti emtiasının taşınan gemilerle ilgili listelerini Daniel Panzac hazırlamaya çalıştı. 18. Yüzyıl için bu veriler bize muazzam bir hareketliliğin olduğunu gösterdi. Demek ki sadece bir limana, İskenderiye-Marsilya arasında bu kadar hareketlilik varsa bütün imparatorluk limanlarındaki hareketliliği ortaya çıkarmak, iç ticareti, dış ticareti birbirinden ayırarak da olsa araştırmak bu devletlerle olan ticari ilişkileri araştırmak önemli vazifemiz olmalı. Deniz hukuku koyan bir imparatorluktan geliyoruz gelenek olarak. Bugün Avrupa devletlerinin devletler arası hukukunun, deniz hukukunun Osmanlılardan etkilendiğini hiç şüphesiz söyleyebiliriz. Bugün deniz hukuku İngiltere ve Hollanda arasındaki ilişkiler sebebiyle 17. yüzyılın başlarından başlatılıyor deniz hukuku okutulan hukuk fakültelerinde. Halbuki Osmanlı tarihinde ne yaşandığı bilinse 15. yüzyılda devletler arası deniz hukukunun yerleştirildiği bir dönem karşımıza çıkar. Bu da Osmanlıların koyduğu hukuktur. O hukuk unutuluyor tamamen. Propaganda yapan devlet olarak İngilizlerin ve Hollandalıların deniz hukukunu dünyada ilk defa başlattığı söyleniyor. Kesinlikle doğru değildir. Osmanlıların deniz hukuku onlardan en az 100-150 sene daha önce başlamıştır ve bölgesel olarak başladıktan sonra tüm Akdeniz’e şamil olmuştur. Tüm Akdeniz, Osmanlı deniz hukuku ile hareket eder hale gelmiştir. 16. yüzyıl, 17. Yüzyıl ve 18. yüzyıl boyunca üç yüzyıl bu hukuk hiç değişmemiştir. Sadece Karadeniz’e 1774’ten itibaren Rus ticaret gemilerinin geçişine izin verilmiş ve Osmanlı dönemi tarihinde ilk defa Rusya’nın ticaret gemileri Karadeniz’de ticaret yapabilme izni almışlardır.

Tarihi değişimin arifesindeyiz. Kısa süre sonra belki de gemilerde insan olmayacak. Bu durum hakkında neler söylersiniz? Kaptansız ve mürettebatsız gemi olur mu?

Bu teknolojileri geliştirenler insanlar olduğuna göre benim kanaatim insan sayısını azaltabilirler. Tamamen robotlara, teknik aletlere teslim edilmiş bir dünya düşünemiyorum. Bugün bile ne kadar ileri teknoloji olursa olsun mutlaka onların başında bir insan oluyor. Bir projeksiyon olarak nasıl olur diye düşünülebilir ama tamamen insandan arındırılmış, hayati önemi olan konuların insansız hale dönüştürülmesi mümkün olmayabilir. İnsansız teknolojiler olur, bu imkan dahilinde de olabilir. Nihayetinde insanı da yönetecek teknoloji olacaksa o zaman zaten insan diye bir şey kalmaması gerekir. İnsanın önemi kalmayacak demektir. İnsan kendi eliyle var ettiği tarafından yok edilir anlamı çıkar bundan. Pek böyle bir ihtimali anlamlı bulmuyorum. Olmaz demiyorum ama anlamlı bulmuyorum. İnsanlık bir yerde bunları durdurabilir. Belki benim kendi tercihim olan inanç dünyamda da buna yer bulamıyorum. O da çünkü insanlığa geçmişte ve gelecekte birtakım önerilerde bulunuyor ve öğretileri söylüyor. Dolayısıyla insan esas olur diye düşünüyorum. Ama bütün bunları kullanabilir. Bunlardan yararlanabilir. Tüm kontrolü teslim edeceklerini düşünmüyorum. Şu anda biz o teknolojiden çok uzağız. Nihayetinde biz yeni gelişmeleri devralıyoruz. Hızla da adapte oluyoruz. Millet olarak böyle bir kabiliyetimiz de var. Yadırgamıyoruz. Tamamına yönelik, tamamen insanı terk eden bir hayatın söz konusu olması halinde insan anlamsızlaşacak demektir. İnsan, hayat ve dünya sadece teknoloji değildir. Bazı şeyler zaman içinde böyle olabilir. Buna belki eski bir bakış açısıyla bazı şeyleri putlaştırabilir insanlar. Ama sonra onun esiri olarak kendi hayatlarını ifna ederler. Bu da belki başka bakımlardan tarihte yaşanmıştır diye düşünebiliriz.

Biz Sümerlerin bugünkü teknolojiden çok mu geride olduğu konusunda doğru bilgilere sahip değiliz. Uzaya olan nüfuzları hakkındaki ipuçları düşündürüyor ki şimdiki teknolojiden bir bakıma belki de daha ileriydi. Ama tarih onları da bir şekilde tarihe havale etti. Varlıkları bile bilinmez hale geldi günümüzde. İpuçlarıyla ancak anlayıp tanıyabiliyorsunuz. Demek ki insan bunu hesaplamalı. İnsanın böyle bir hesabı da olmalı. Bu kadar teknolojiye kendini esir hale getirecek mi? İnsan o kadar aklını kaybederse yapabilir sonra da onun mahkûmu olur.

Osmanlı döneminden bu yana eğitim kurumlarında ticari denizcilik eğitimi yoğun bir şekilde veriliyor. Malumunuz deniz, sadece ticari olarak ele alınmanın ötesinde çok daha büyük bir zenginliğe sahip. Bu zenginliği tarihsel boyutuyla ele almak ve anlatmak çok önemli. Bu konuda denizcilik eğitimi veren kurumların yeterli seviyede olduğunu düşünüyor musunuz?

Eğitime söz geldiği zaman ne Osmanlılar devrinde ne de günümüzde deniz tarihi de bunun alt kolları olan Deniz Ticaret Tarihi, Gemi Teknoloji Tarihi konularında ders verildiğini hiç düşünmüyorum. Bunun genel çerçevesinde deniz tarihi önce söz konusu olmalı. Genel deniz tarihi nedir diye.  O dahi bugün adı denizcilik fakülteleri olan, adı denizcilik adıyla kurulmuş olan üniversitelerde dahi yok. Daha alt düzeyde deniz liselerinde veya ona mümasil mekteplerde böyle dersler okutulduğuna dair benim bir bilgim yok. Bazı deniz liselerinde sadece genel olarak büyük denizci insanların hayat hikayelerine dair birtakım bilgiler veriliyor. Zaten deniz tarihi bilgileri Türkiye’de herkesi büyük denizcileri hatırlamak, onlar üzerinden deniz tarihi üzerine bazı ipuçlarına sahip olmak olarak anlaşılıyor. Deniz tarihi araştırmalarının kısmen daha Osmanlılar devrinde yapılmaya başlandığını söyleyebiliriz. 17. Yüzyılda Katib Çelebi mesela Tuhfetü’l-kibâr diye bir eser yazıyor. 19. Yüzyılda deniz tarihi ile ilgili çalışmalar yapıyorlar. Denizlerle alakalı bazı bilgileri yazıyorlar. Ama deniz tarihinin asıl malzemesi arşivlerdeki devletin belgelerinde bulunuyor. O sebeple modern anlamda deniz tarihi çalışmaları oldukça yenidir ve benim bulunduğum üniversitede bile yakın zamanlarda başlamıştır. Bir Akdeniz Dünyası Tarihi ihdas edip 20 sene önce ders vermeye başladığımda, öğrenci dersin içeriğini gördükçe buna ilgi gösterdi. Sonra Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde bir yüksek lisans programı açtım; “Akdeniz Dünyası Araştırmaları Tarihi” diye. Henüz doktora düzeyinde açamadık. Bunun sebepleri sadece yönetim değil, yeterince araştıran hocaların da mevcut olması gerekiyor. Yeterli sayıda öğretim üyesi olmadan onların eğitimi verilemiyor. Böyle olunca bilhassa denizcilik üzerine kurulmuş üniversiteler, isim vermek gerekirse başta Piri Reis Üniversitesi olmak üzere, Deniz Ticaret Odası’nın en önemli faaliyeti çok güzel adı da üstelik çok anlamlı ama orada deniz tarihi okutulmuyor. İstanbul Teknik Üniversitesi Denizcilik Fakültesi’nde de denizcilik tarihi okutulmuyor. Benim “Gemiler” kitabım yayımlandığında Binali Yıldırım Bey, denizcilikten sorumlu bakan iken bu kitabın bir tanıtımı yapıldı Deniz Ticaret Odası’nda. Ben konuşuyordum hem kitabı tanıtmak hem de denizcilik meseleleri üzerinden. Binali Bey de davetliydi. O da konuşmasında çok hakkaniyetli bir söz söyledi: “Ben hayret ettim. Şimdi hocam burada bize Osmanlı gemilerini tanıtıyor, gemilerin tarihini gösteriyor. Ben Gemi İnşa Mühendisliği Bölümü’nden mezunum. Dört sene burada okudum asla böyle bir şey duymadım. Denizcilik ve Osmanlı gemi inşa tarihi bu fakültelerde mutlaka okutulmalı” dedi. Denizlerin kıymetini bilen onlara gönül vermiş kimseler lazım. Yöneticiler bunu bir siyasi malzeme gibi, gerektiğinde kendi amaçlarına uygun birtakım açıklamalar yapmak için değil, uygulanması için düşünmelidir. Bunlar devasa bir ilim alanının, tarihin büyük bir alanının meseleleri. Salih Özbaran hocamız “Osmanlı’yı Özlemek ya da Tarih Tasarlamak” diye bir kitap yazdı. Tarihçi olarak bizdeki tarih çalışmalarını tenkit eden birisidir. Orada bir bölüm açtı. “Tarihçiliğin gelişen yeni bir dalı; Denizcilik Tarihi” diye. Orada hem dünyada hem de benim yaptığım çalışmalar üzerinden denizcilik tarihinin geldiği noktaları ele almak istedi ve de gerçekten çok takdirkar ifadeler ile bunları yazdı. Ama tarihçi meslektaşlar arasında bile sağlıklı bir yol tutmaya vesile oldu denemez maalesef. Tarihçiliğimizin böyle handikapları var. Şimdi Türkiye’de herkes gördü ki denizcilik önemli bir konu. Güzel tezler de yapılıyor. Mesela bir öğrencim Venedik’e gitti, senelerce orada çalıştı ve bizim arşivlerden de bilgi toplayarak Osmanlı-Venedik ticari ilişkilerini yazdı. Bir başkası Osmanlı-Floransa ticaretini, bir diğeri Osmanlı Doğu Akdeniz’inde Osmanlı-İngiltere ticaretini, başka biri Uzakdoğu’dan Avrupa’ya Osmanlı ticaret ağlarını hazırladı. Osmanlı-İspanya Denizciliğinin karşılaştırması çalışıldı. Deniz Ticaret Odası’nın ve diğer denizci kuruluşların bunlardan maalesef haberi bile yoktur belki de.

Bu araştırmaların gelişmesi için Denizcilik Araştırma Merkezlerinin kurulması lazım. Aslında bu sorumluluk daha çok denizcilikle ilgili üniversitelere düşer. Bu adları taşıyan enstitüler kuruyorlar ama orada da yaptıkları yine sadece günümüzle ilgili denizcilik elemanları yetiştirmeye ağırlık vermekten öteye geçmiyor. Veya birkaç senede bir deniz tarihi ile ilgili bir sempozyum yapmakla bu görevlerini yaptıklarını zannediyorlar. Hayır, öyle değil. O enstitü ve merkezler deniz tarihçisi yetiştirecek kadar ciddi kurulmalı, bu alanda bilimsel araştırmalar yapanları bir araya getirerek, onlar üzerinden kadrolar kurarak bu alana katkıda bulunmalı. Çünkü bütün Akdeniz devletlerinin Akdeniz Araştırmaları Merkezleri ve Enstitüleri var. Yunanistan’da var. Herkes imreniyor. “Türkiye’de de kurulmalı” dediğimizde kurumsal bir sonuca gidilemiyor. O zaman şahsi gayretlere kalıyor. Dolayısıyla “Geçmişte deniz ticareti var mıydı?” sorusuna birileri cevap arıyorsa bunun ne kadar çok olduğunu anlamaları için bu tür çalışmaları teşvik etmeleri lazım. Deniz tarihi araştırmalarını teşvik etmeleri lazım. Deniz tarihi çalışacak yüksek lisans ve doktora öğrencilerine burs vermeleri lazım. Bir taraftan da bu alanda çalışanlara sahip çıkmaları gerekir. Ancak belki o zaman bu tür araştırmalar çok daha güçlü bir şekilde yapılarak faydalı sonuçları elde edilir.

Bunların yapılacağına dair ümidimi hep korudum ve böyle devam etmeyi umuyorum. Bir önemli mesele de Osmanlı Dönemi Denizciliğini en iyi şekilde temsil edecek Haliç’te tarihi havuzların bulunduğu bölgede bir “Denizcilik Müzesi” kurulmasıdır. Bu konuyu da bir başka görüşmede konuşmalıyız. Bugün meseleden habersiz bazılarının Tersane Müzesi adı altında yasak savmak üzere birtakım faaliyetlere teşebbüsleri hiçbir zaman tarihteki muhteşem deniz imparatorluğunu temsil etmeyecektir.

Prof. Dr. İdris Bostan

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü

KAYNAK: KOSTER DERGİSİ